Birleşmiş Milletler, 25 Kasım - 10 Aralık 2021 tarihleri arasındaki 16 günü “Toplumsal Cinsiyete Dayalı Şiddete Karşı Aktivizm Günü” olarak belirledi ve küresel temayı şöyle açıkladı: "Orange the World: Kadına Yönelik Şiddete Şimdi Son!"
Kadına yönelik şiddet günümüzde bile hala önemli bir küresel sorun ve en yaygın insan hakları ihlali. Unicef, son yıllarda dünya çapında kadınlara ve kız çocuklarına yönelik en gizli ve göz ardı edilen şiddet biçimlerinden bir olarak aile içi şiddete odaklandı çünkü dünya genelinde kadın cinayetlerinin yüzde 60'ı aile üyelerinden biri tarafından işleniyor.
Birleşmiş Milletler Kadın Birimi’nin hazırladığı “Değişen Dünyada Aile” ilerleme raporunda da kadınlar için en tehlikeli yerin kendi evleri olduğu ortaya kondu. Bu rapora göre her gün 137 kadın aile fertlerinden biri tarafından öldürülüyor ve her 10 ülkeden sadece dördü evlilik içi tecavüzü suç olarak tanımlıyor. Bir çok ülkede de kadın mağdurlar tecavüzcüleri ile zorla evlendirilerek onların ceza almadan kurtulabilmelerine olanak sağlıyorlar. BM Kadın Birimi Genel Direktörü Phumzile Mlambo-Ngcuka’ya göre "Hukukta kadınlara yönelik negatif ayrımcılığın azalması konusunda büyük ilerlemeler görüyoruz ancak beklendiği üzere aile yasalarındaki değişim oldukça yavaş."
Maalesef, ülkemiz gibi geleneksel cinsiyet rollerinin hala kabul gördüğü , erkekler ve kadınlar arasında güç ve kaynakların eşit olmayan dağılımını önlemeyen, çatışmaları çözmek için şiddet kullanımının yaygın olduğu ve kadına yönelik şiddetin kültürel olarak onaylandığı toplumlarda şiddet riski daha da yüksektir.
Şiddete uğrayan kadınlar yalnızca fiziksel zarar görmekle kalmaz eğer hala canlı kalabiliyorlarsa hayatlarının nicelik ve niteliğini ciddi bir biçimde etkileyen uzun süreli zihinsel sağlık sorunları ile de karşı karşıya kalırlar.
Oysa ki tıpkı Batıda olduğu gibi Türkiye’de de kadınların eşitsiz konumlarını değiştirecek ve bu nedenle gördükleri şiddeti önleyecek yasal ve resmi kurumsal reformlar yapılmıştır. Örneğin Cumhuriyet’in ilanını takiben kadınları etkileyen yasalar bir biri ardına çıkarıldı. 1924 yılında kabul edilen Tevhidi-i Tedrisat Kanunu ile eğitim tek sistem altında toplanarak kadınlara erkeklerle eşit eğitim imkânını sağlandı. 1925 yılında kabul edilen kılık kıyafet kanunu ile de kadınların yasal statüsü bütünüyle değiştirildi.
1926 Türk Medeni Kanunu ile tek eşlilik, boşanmada ve çocuk velayetinde eşitlik , mal mülkiyet hakkı gibi kadının aile içinde birey olarak eşit haklara sahip olmasını sağlayacak düzenlemeler yasalaştırıldı. Kadınlara hak ve yükümlülükler bakımdan erkeğe eşit bir hukuk süjesi kimliğini kazandıran bu önemli değişimden sonra , 1930’da yerel seçimlerde, 1934’de de genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı tanınması ile siyasal vatandaşlık eşitliği de sağlanmış oldu.
Tüm bu yasal ve resmi kurumsal reformlar yaşam tarzlarındaki değişikliklerin resmi yapılarını ve mekanizmalarını sağlamakla birlikte bunların ne dereceye toplumca benimsendiği ve kanunların uygulandığı tartışmalıdır. Örneğin başta Anayasa olmak üzere ulusal kanunlar ve uluslararası sözleşmeler kadınların insan haklarını tanımış, bu hakların korunmasını ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldırılmasını garanti altına almıştır. Bunun yanı sıra, kadının şiddet karşısında kısa veya uzun vadeli olarak korunmasını hedefleyen düzenlemeler yapılmıştır.
Ancak sorun özellikle aile içinde kadına yönelik yaşanan şiddetin mahrem bir durum olarak görülmesidir. Bu bakış açısı nedeniyle kadına yönelik şiddet hakkında tam bilgi edinilememiş ve şiddete maruz kalan kadınlara yeterli hizmet verilememiştir. Namusun kadın bedeni üzerinden algılanması, bekaretin önemini, sadakat meselesini, kadınların günlük yaşam pratiklerini, eğitim görme, çalışma, evlenme ve boşanma haklarını etkilemektedir. Erkeklerin bu durumda daha aktif bir rol alarak “namus” bekçileri rolünü üstlenmeleri geleneksel ahlak ve dini kurallar öne sürülerek gerçekleştirilen şiddetin en önemli nedenlerinden biridir.
Diğer bir yandan da cinsel şiddete ve tacize uğrayan kadınların toplumumuzda bunu ispat etmelerinin güçlüğü, sosyal baskı, itibar kaybı ve toplumdan dışlanma riski yasaların gerçek yaşam üzerindeki kontrolüne ve düzenleyiciliğine engel olmaktadır.
Geleneksel yapının yanısıra COVID-19 salgını nedeniyle oluşan yasaklar, eve kapanma, kısıtlı hareketlilik, artan finansal endişeler ve artan ücretsiz ev işi yükü de tıpkı küresel düzlemde olduğu gibi Türkiye'deki kadınların da kendilerini daha savunmasız bir konumda bulmalarına yol açmıştır. Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu verilerine göre, Mart 2020'de bir önceki yılın aynı dönemine göre fiziksel şiddet vakaları %80 artmış, şiddet, taciz ve çeşitli saldırıların belirlenmesi ve önlem alınması zorlaşmıştır.
İstanbul Kültür Üniversitesi Kadın ve Sosyal Araştırmalar Birimi olarak “Toplumsal Cinsiyete Dayalı Şiddete Karşı 16 Aktivizm Günü” çerçevesinde yukarıda sözünü ettiğim konuları ele alacak bir etkinliğe ev sahipliği yapacağız. 26 Kasım 2021 tarihinde yapılacak “19. Cinsel Taciz ve Saldırıya Karşı Üniversiteler Arası Çalıştay”’da akademisyenler ve sivil toplum örgütleri bir araya gelerek özellikle salgın döneminde Cinsel Tacize ve Cinsel Saldırıya Karşı Destek Birimlerinin karşılaştıkları problemler, soruşturmalarda karşılaşılan güçlükler ve yargı kararlarını ele alacak ve kadına karşı fiziksel ve psikolojik şiddeti her yönüyle irdeleyecek.
Ulusal ve uluslararası kadına yönelik şiddetin giderek arttığı bu günlerde “Kadına Yönelik Şiddete Şimdi Son!" etkinliğimizde sizleri de aramızda görmek dileğiyle,
Prof. Dr. Işıl Baş
İKU Kadın ve Sosyal Araştırmalar Birimi Başkanı